Röportajı tarafımıza ulaştıran Sayın Suat Akgül Beyefendi’ye şükranlarımızı sunarız.
(Bu söyleşi, J.Bnb. Mustafa ERSEM ile Öğ.Yzb. Servet AVŞAR tarafından yapılmıştır.)
Efendim, biz Genelkurmay ATASE Başkanlığı, Atatürk Araştırma ve Eğitim Merkezi (ATAREM) olarak, ATATÜRK’ü tüm yönleri ile araştırarak Türk milletine daha iyi tanıtmak amacıyla, onun çevresinde bulunan kişiler ve yakınları ile söyleşiler yapmaktayız. Siz de ATATÜRK dönemini yaşamış kişilerdensiniz. Bu nedenle sizinle bir söyleşi yapmak istedik. Bu isteğimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sayın Erkun, bize kısaca kendinizi tanıtır mısınız?
Ben 16 Ekim 1918 tarihinde İstanbul’da doğdum. İlk, orta ve lise öğrenimimi 1936 yılında İzmir’de tamamladım. İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesine devlet bursu ile kaydoldum. 1936 yılında ATATÜRK tarafından onaylanan Avrupa’da yüksek öğrenim sınavına girdim. Bu sınavları birincilikle kazandım. 1937 yılında Macaristan’a tarım öğrenimi için devlet bursu ile gönderildim. Macaristan’da Budapeşte Teknik Üniversitesi Ziraat Fakültesini ilk Türk ve yabancı olarak 1943 yılında bitirdim. Bu bursun bitiminden altı ay önce yurda döndüm. Bunun nedeni ATA’mızın talimatıydı. İstanbul’dan Avrupa’ya hareket etmeden Türk Millî Eğitim Müdürlüğünde Müşavir İbrahim Alaattin Gövsa bana, ATATÜRK’ün talimatını verdi. Bu talimat, “bir an önce yurda dönüp, göreve başlamam ve vatana hizmet etmem” yönünde idi. Yine bu talimat, “Türk milletinin daima arkamda olduğu ve milletin beni beklediği” tarzında ifadeler içeriyordu. Ziraat yüksek mühendisi ve uzmanlık diploması alarak yurda döndükten sonra Tarım ve Köy İşleri (o zaman Ziraat) Bakanlığında muhtelif kademelerde görev aldım.
Ayrıca, 1956 yılında Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesinde ders vermeye başladım. Bu fakültede doktor ve doçent oldum. Türkiye’deki görevlerimden maaşsız izinli olarak ayrılarak 1964 yılında Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Teşkilatı (FAO)nın Roma’daki merkezinde uluslararası uzman olarak görev aldım. 1966 yılı sonunda Bakanlığın ve hocamın çağrısı üzerine yurda döndüm.
Daha sonra, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde profesörlüğe yükseldim. Diyarbakır Üniversitesi (Dicle) Fen Fakültesi kurucu dekan vekilliğini üstlendim. 1980 yılında kalp rahatsızlığı nedeni ile kendi isteğimle emekli oldum. Emekli olduktan sonra Türk-Macar Dostluk Derneğini kurdum. Şimdi kurucu başkan ve yönetim kurulu üyesi olarak görev yapıyorum.
Sayın Erkun, babanız Yüzbaşı Muhittin Bey’in ATATÜRK’le aynı dönemlerde Harp Okulunda okuduklarını biliyoruz. Bize biraz babanızdan ve ATATÜRK’le olan ilişkilerinden bahsedebilir misiniz?
Babam Yüzbaşı Muhittin Bey, Malatya eşrafından Çırpıcı ailesine mensup, demir yolu mühendisidir. Orta tahsilini Malatya’da tamamladıktan sonra, yüksek tahsil için hemşehrisi İsmet Bey ile İstanbul’a gidiyorlar. Birlikte Kara Harp Okulunda okuyarak mezun olmuşlar. Mustafa Kemal, babamlardan bir sınıf ileridedir. Babam Harbiye’yi başarı ile tamamladıktan sonra, Mühendishanei Berri Hümayun tabir edilen mühendis mektebini bitirir. Mezun olduktan sonra ilk atama yeri olan Arnavutluk’ta göreve başlar. Bir müddet burada çalıştıktan sonra Menemen’e tayin edilir. Babam henüz bekâr, idealist, azimli ve pırıl pırıl bir gençtir. Bu durum babaannemin içine sinmemektedir. Oğlu, vatanı için yaptığı görevlerin yanında yuvasını da kurmalı çoluk çocuk sahibi olmalıdır. Babaannem Malatya’dan İzmir’e gelir ve babamı İzmir’in tanınmış ailelerinden birinin kızı olan Kadriye Hanım ile evlendirir.
Babam, Birinci Cihan Harbi boyunca Selanik, Menemen ve Hicaz demir yolunun inşaatından sorumlu mühendis olarak Arabistan’da bulunmuş. İngilizlerin, gündüz bombardıman ettiği demir yollarını, babam geceleri hızla tamir ettirir, işlerin aksamamasını temin ederlermiş. Hatta İngiliz casusu Lawrence hatıratında, bombardıman edilerek tahrip edilen demir yollarının Türkler tarafından derhâl onarıldığını ve ertesi gün hayret edilecek bir düzen ile tekrar çalıştığını anlatır. Annem, babamın bu çalışmalarından dolayı madalya ile ödüllendirildiğini söylerdi. Ben doğduğum zaman orada komutan olan İzzet Paşa benim ismimi Bülent koymak istemiş. Mustafa Kemal Paşa ise o günlerde fethedilen bir yer dolayısıyla, Fethi konulmasının uygun olacağını söylemiş.
Annemin anlattığına göre, ben iki ya da üç aylık iken bir öğle vakti babam eve gelmiş ve çok gerekli olan bir iki parça eşyayı yanımıza alıp ordunun mallarını taşıyan son tren ile İstanbul’a hareket edeceğimizi bildirmiş. Dayalı döşeli evimizi, olanca eşyamızı geride bırakıp trenle günlerce yolculuktan sonra İstanbul’a ulaşmışız. Bu emir yalnızca ailelerin bulundukları yeri terk etmeleri içinmiş. Babam ise emir erimizin temin ettiği Arap kıyafeti ile Türk hududuna kadar birlikte gelmişler. Ordu Adana’ya çekildiğinde bütün subay ve asker sıtma hastalığından perişan olmuş. Babam da hastalanmış. Ayrıca kendisi hem kalp hem de şeker hastasıdır. Mustafa Kemal Paşa çadırına gelerek, “Muhittin Bey, size ihtiyacımız olacak, İstanbul’da benden talimat bekleyiniz.” diyor.
Babam, biraz iyileştikten sonra İstanbul’a gelmiş. Bu sırada da Mustafa Kemal Samsun’a çıkmış ve İstiklal Harbi başlamıştır. Biz, Fatih’te babaannemin evinde kalıyorduk. Babam da Ankara’dan talimat beklediği için Osmanlı ordusundan gizli olarak İstanbul’da saklanıyor. Ablama ve babaanneme, “Zaptiyeler (Osmanlı inzibatı) babanızı sormak için eve geldiklerinde, nerede olduğunu bilmiyoruz.” diyeceksiniz diye sıkı sıkı tembih ediliyor. Ben henüz çok küçüğüm.
Afyon’un düşüşü sırasında babam Anadolu’ya geçiyor, biz yalnız kalıyoruz. Cumhuriyet’in ilanından biraz evvel askerimiz İzmit’e girmiştir. O zaman babam bizi Yarımca’ya aldırdı. Kendisi daima görev başında kaldı. İzmit’te, linç edilen gazeteci Ali Kemal’in kanlı gömleğini gördüğümüzü hatırlıyorum.
İzmit’ten sonra, babam bizi Afyonkarahisar’a aldırdı. Bir müddet mühendislere verilen lojmanlarda kaldık. ATATÜRK’ün, eşi Latife Hanım’la birlikte Afyon’a geldiklerini çok iyi hatırlıyorum. Annem benim elimden tutarak ATA’nın geleceği tren istasyonuna götürdü. Yerlere kırmızı halılar serilmişti. Biz de kenarda duruyorduk. ATA ile Latife Hanım trenden birlikte indiler. ATA’yı görebilmek için halk istasyona koşmuştu. ATA yanımızdan geçerken, Latife Hanım’ın anneme gülümsediğini ve beni de yanağımdan okşadığını hatırlıyorum.
O gece babam sabaha karşı eve geldi. Babalarımıza, dedelerimize uyku, durak yoktu; onlar vatanı kurtarmak için gece gündüz çalışıyorlardı. Babam, “Vatanım için yapmayacağım şey yoktur.” derdi.
Ondan sonra da Ankara’ya tayin olduk ve bir müddet, şimdiki Gençlik Parkı’nın yerinde, Genelkurmayın verdiği çadırlarda kaldık. Babam bu sırada, sağlık nedeniyle emekli olmuştu. Ancak, bize daima bir emir eri verildi. Ben bazen, emir erinin “tayın” denilen, askerlere özel hazırlanan kepeği alınmamış buğdaydan yapılan ekmeğini yerdim, ona da bizim ekmekten verirdik. Bu ekmeğin hoş bir lezzeti vardı.
Ankara’da, kaldığımız çadırlardan daha sonra, Kayaş yeni yapılan tren istasyonu binasının üst katındaki lojmanlara yerleştik. Orada kardeşim Semahat ile beraber mahalle mektebine gittik.
Babam bu ara, Ankara-Sivas demir yolu inşaatında çalışıyordu. Bir gün beni Yozgat tarafında bir yere götürdü. Kendisine tahsis edilen vagonda öğle yemeği yerken babamın rakı içtiğini gördüm. Bana “Bu sıtmalık yerde sıtmaya karşı biz hep rakı içeriz.”, dedi. O zaman ATATÜRK’ün de neden içki içtiğini daha iyi anladım.
Zamanın Münakalat (Ulaştırma) Bakanı ve bazı ilgililer, Kayaş tren istasyonu binasının alt katındaki odada sık sık toplantı yaparlardı. Yüksek bürokratların daima hazır bulunduğu bu toplantılara babam da katılırdı. Kardeşim ile bir gün onları pencereden izliyorduk. Babam bizi bu durumda görünce bizi sert bir şekilde ihtar etmişti.
Daha sonra Ankara’dan Samsun’a taşındık. Samsun-Sivas hattında da rahmetli babam yine ferşiyad (demir yolu döşeme) mühendisi olarak çalıştı. Askerlikten aldığı emekli maaşından başka, Ulaştırma Bakanlığından da maaş alıyordu.
Samsun’daki evimiz, denize karşı bahçe içinde, iki katlı güzel bir ev idi. Bazı akşamları babam ve arkadaşları bize gelirler, annem onların geleceklerini ancak bir saat önce haber aldığından, hemen mutfağa girer, çeşitli yemekler hazırlar, işi tamamlanınca da eve çekilirdi. Babamlar ise aralarında keman, ud çalan arkadaşları ile geç saatlere kadar nihavent, rast ve hüzzamdan oluşan şarkılar söylerlerdi. Yaşadıkları bu ağır koşullar altında zor günlerin havasını hafifletmeye çalışırlardı. Zaten, radyonun bile olmadığı büyük şehirlerin çoğunda erkekler evlerde böyle efkâr dağıtırlardı.
Ben Samsun’da İstiklali Ticaret Okulunun ilk kısmına gidiyordum. Samsun-Çarşamba arasındaki demir yolu yapılınca açılış merasimi yapılmıştı. Özel tren ile Çarşamba’ya gidilmiş ve büyük ziyafetler verilmişti.
Yine bir akşam sahildeki evde otururken babam eve başında kasket ile döndü: “Artık biz fesi attık, bundan böyle kasket giyeceğiz.” dedi. Sonradan, ben bunun kıyafet ve şapka inkılabı olduğunu öğrendim.
Rahmetli babam, Harbiye’de İsmet İnönü ve Mustafa Kemal ATATÜRK kuşağındandı. Bir gün Harp Okulunda iken Sultan Hamit’in tahttan inmesi için topları saraya doğrulttuklarını anlatırdı. Babam o dönemin Harp Okulu öğrencilerinin, Osmanlı İmparatorluğu’nu geri düşünceli idareden kurtarmak için daima dinamik bir biçimde vatana hizmet projeleri üreten kişiler olduğunu anlatırdı. Kolay değil, bu gençler hem cephelerde savaş veriyorlar, hem iç politikanın düzelmesi için iç düşmanlarla savaşıyorlar hem de dış düşmanların oyunlarına karşı tedbirler üretiyorlardı. Şüphesiz ki bütün bu çalışmalar bize İstiklal Savaşı’nı kazandırmış ve hür Türkiye Cumhuriyeti’ni doğurmuştur.
Babam kırk beş yaşlarında, en verimli çağında aramızdan ansızın ayrıldı (5 Ağustos 1928). Oysa, babam çalışma heyecanı ve vatanına hizmet etmek aşkıyla dopdolu idi. O sırada babamım gönlünde Zonguldak-Bartın demir yolunun inşası yatıyordu. Daha mamur bir Türkiye için çalışıyordu.
İleride de İstanbul’a yerleşecektik ve beni Galatasaray Okuluna gönderecekti. Bu yüzden de arkadaşı Urfa Milletvekili Razi Soyer Bey’in, Ankara Sıhhiye’de uygun taksitlerle arsa satın alma teklifini reddetmişti.
Babamı kaybettiğimiz zaman henüz on yaşındaydım. İlkokulu dahi bitirmemiştim. Öylesine çalışkan, azimli ve vatansever bir babanın çocuğu olarak ben de kendisine ve vatana layık bir insan olmaya çalıştım hayatım boyunca.
ATATÜRK ile ne zaman ve nerede tanıştınız?
İlk olarak Türk milletini derinden yaralayan, vahşet kusan Menemen’deki irtica olayı ve Teğmen Kubilay’ın mürteciler tarafından şehit edilmesinden sonra, yüce ATATÜRK İzmir’e geldi. Ben, İzmir Erkek Lisesi orta kısmında birinci sınıfta okuyordum. Bir gün, müdür muavinimiz Nuri Tozkoparan Bey kapıyı açarak “Gazi Hazretleri okulumuzdadır.” dedi. Biraz sonra kapı açıldı, ATA önde olmak üzere, İzmir Valisi, milletvekilleriyle beraber içeri girdiler. ATATÜRK’ün şahane bir görünümü vardı. Mavi gözleri çok parlaktı. Gür kaşları altında çok derin bakışlarından nasıl da etkilendik. Son moda olan giysileri ile fevkalade şık idi. Hocamız Hüsrev Bey’den dersimizi sordu. Yazı dersindeydik, tahtaya yazılan yazıyı defterlerimize geçiriyorduk. ATATÜRK, öndeki arkadaşım Nihat Kürşat’a, “Niçin kurşun kalemle yazdığını” sordu. Nihat, “Trenle Bornova’dan gelirken istasyonda mürekkep hokkasının düşüp kırıldığını” söyledi. ATA, benim yazıma baktı. Ben, ucu camlı olan yeni bir mürekkep kalemle yazıyordum. Yanımızdaki sıraya döndü. O sıra başında oturan arkadaşımız Muhtar’a sordu. Muhtar ne söyledi bilmiyorum. ATA, Hüsrev Beye döndü, “Bunların bir kısmı mürekkep, diğerleri kurşun kalemle yazıyor, neden?” dedi. Hüsrev Bey elini ovuşturarak “Ne yazık ki sıralarda hokka konacak yer yok.” dedi. ATA, bunun üzerine, gözleri çakmak çakmak “Size teessüf ederim.” dedi, dershaneden çıkıp gitti.
Öğrendiğimize göre, bizden sonra lise son sınıf edebiyat dersine girmiş. ATATÜRK Esat Çınar hocamızın dersindeki öğrencilerin hazırladığı devrimler ve cumhuriyet hakkındaki konuları dinledikten sonra, memnuniyetini belirtmiş ve öğretmenler odasında, bize ders veren öğretmenin kim olduğunu sormuş. Müdür Bey de, Hüsrev Bey’in İngiltere’de, İzmir Tuzla Kurumu adına okuduğunu, ancak orada kadro olmadığından burada çalıştığını söylemesi üzerine ATATÜRK, “Burada kadro var, asıl görevinde kadro yok, olmaz böyle şey.” diyerek derhâl Tuzla’ya bir kadro verilmesini emretmiş.
Büyük ATATÜRK’le ilgili bir başka hatıram da Cumhuriyet’in kuruluşunun onuncu yıl kutlamalarına rastlıyor.
1933 yılında Cumhuriyet’in onuncu yılı, muhteşem törenlerle yurdun her yanında Onuncu Yıl Marşı söylenerek kutlanıyordu. Ben de İzmir Erkek Lisesi orta son sınıf öğrencisi olarak ağabeylerimiz ve Kız Lisesi izcileriyle beraber Ankara’ya gittim.
ATATÜRK, resmi geçit yapılacak stadyum alanında, bütün asker ve Türkiye’nin her yerinden gelen izcileri, yanında büyük bir köpek bulunduğu hâlde, üstü açık bir arabada ayakta teftiş etti. Sonra, meşhur “Onuncu Yıl Nutku”nu bütün Türk gençliğinin hazır bulunduğu bu stadyumda söyledi. ATA’nın hemen arkasındaki sıralarda, İsmet Paşa, Kazım Özalp, Şükrü Kaya ve Mareşal Fevzi Çakmak ile Mareşal Voroşilof da yerlerini almışlardı. Bizler, bu büyük insanın hemen karşısındaydık, bütün gençlik onunla bütünleşmiştik. Şerefli Türk gençleri olmanın sevinci sarmıştı benliğimizi. Onunla bu kadar yakın olabilmek, belki herkese nasip olmadı.
Onunla bu kadar yakın olabilmek…“ATATÜRK’ü yakından görmek, onun hitap ettiği öğrencilerin arasında bulunmak benim için büyük bir onur ve mutluluk kaynağıdır.
Son olarak da 1935-1936 yıllarında karşılaştım. ATATÜRK yaz başında İzmir’e geldi. İzmir’de o yıllar hiç yüksekokul yoktu. İzmir Erkek Lisesi, Kız Lisesi, Kız Öğretmen, Erkek Öğretmen Okulları, Ticaret Lisesi ve Erkek Sanat Okulunda okuyan lise öğrencileri İzmir gençliğini temsil ediyorlardı. ATATÜRK’ün, bu ziyareti esnasında İzmir gençliğini kabul edeceği haberi geldi. Bana da o gün ve saatte, İzmir Karataş’taki Halk Evinde bulunmam bildirildi. Söylenilen gün öğleden sonra Halk Evi binasına gittim. Bu binanın arkasında denize açılan bir balkon vardı. Bu balkonda oturup diğer birkaç genç arkadaşla ATA’yı beklemeye başladık. Güneş batımına yakın ATATÜRK geldi ve yanı başımıza oturdu. Bizlere “Nasılsınız?” diye sordu. O zamanlar, “Sağ ol” sözü kullanılmadığı için bir cevap veremedik. ATA, ufka güneşin battığı yere baktı ve bizlere dönerek “Gençler, bu gün batımına erişmek için ne kadar kan döktük, biliyor musunuz?” dedi. Bizler sesimizi çıkartamadık. ATATÜRK, “Bu uğurda pek çok Türk gencinin kanı aktı, ama şimdi hedefimiz, iktisadi alanda Türkiye’nin ilerlemesi için çalışmaktır. Sizlerin de bu yönde çalışmanızı isterim.” dedi. O anda, özel kalemden olduğunu tahmin ettiğimiz birisi geldi, ATA’nın, kulağına eğilerek bir şey söyledi. Sonra ATATÜRK bize dönerek “Gençler kusura bakmayın, heyetler gelmiş onları kabul etmek için gidiyorum, hepinize de muvaffakiyetler diliyorum.” dedi ve gitti.
Ben ATA’nın çok yakınında oturuyordum. Hepimiz de onun büyüklüğü karşısında donup kalmıştık. ATATÜRK öyle çok cüsseli bir insan değildi ama onu yakından gördüğünüz zaman, ona baktığınız zaman, kendinizi bir cüce olarak görüyordunuz.
Siz yurt dışına öğrenim için giderken ATATÜRK’ün vermiş olduğu “görev talimatı” neydi? Bu konuda bize biraz bilgi verebilir misiniz?
Ben Avrupa burs sınavını kazandıktan sonra yola çıkmadan önce İstanbul Millî Eğitim Müdürlüğünün çağrısı üzerine talimat almak üzere Müdürlüğe gitmiştim. Bana, orada müşavir görevinde bulunan İbrahim Alaattin Gövsa şu talimatı verdi: “Oğlum, seni tebrik etmek isterim. Herkese nasip olmayan bir fırsatla yüksek öğrenim görmek için Avrupa’ya gidiyorsun. Unutma! Sen ATATÜRK Cumhuriyeti’nin çocuğusun. Türk milleti seni yurda dönüp hizmet etmen için bekliyor. Yurduna yenilikleri getireceksin. Arkanda daima Türk milletinin olduğunu unutma! Vatanına yararlı olmak azmiyle çalış. En iyi derecelerle ve bilgilerle yurduna dön. ATATÜRK böyle istiyor, millet böyle istiyor. Haydi yolun açık olsun. Muvaffakiyetler dilerim.” Bu talimat zaten yurduna bağlı bir insan olan beni çok etkilemişti. Her attığım adımda, arkamda Türk milletini ve onun arasında İzmir’de beni bekleyen, bana dualar eden annemi, ablamı, kız kardeşimi görüyordum. Budapeşte baharını ilk defa görüyordum. Tuna kıyısında ağaçlar altında bir sıraya oturup kral sarayını, Tuna’dan geçen vapurların süzülüp gidişini seyretmek çok keyif verici idi. Artık burada insanların birbirlerini kibarca selamladıklarını işitmek, giyim tarzlarının düzgünlüğünü, kocaman kocaman taş yapı binalara bakıp sardunya çiçeği ile süslü balkonları ve pencereleri seyretmek “İşte Avrupa!” diye bana çok keyif veriyordu. O günleri, gençlik heyecanı dolu, geleceği umutla bekleyen, güzel ufuklar gözlemenin insana ayrı bir güç verdiği günler olarak hatırlıyorum. Özel duyulan bir güç daha vardı içimde. O da ATA’mızın vermiş olduğu bu görev talimatı.
ATATÜRK ve Türk toplumu Macaristan’da nasıl yorumlanmaktadır? Bu konuda bize biraz bilgi verebilir misiniz?
Bana göre, Macaristan ATATÜRK’ü gerçekten seven bir ülke, Macar halkı da gönülden kardeş bir ülke halkı. Macaristan’da bulunduğum süre içinde Macar ulusunun Türklere ve ATA’mıza karşı gösterdiği saygı ve sevgiyi görmek şansına sahip oldum. Zannediyorum bu olayı gören ve hâlen yaşayan tek Türk benim.
Yüce ATATÜRK’ün ölümünün Macaristan’daki yansımalarını göstermesi açısından sizlere çok duygulandığım bir anımı nakletmek istiyorum. Ben o tarihte Andrassy Caddesi’nde, Folyta ailesinin yanında kalıyordum. 1938 yılının 10 Kasım günü sabah, Macar radyosu Türk ulusunun atası Mustafa Kemal ATATÜRK’ün İstanbul’da öldüğü haberini verdi. Çok üzgündüm. Bay ve Bayan Folyta da bana üzüntülerini bildirdiler. Ertesi gün Macar gazeteleri haberi büyük manşetlerle vermiş ve ATATÜRK’ümüzün değişik kıyafetlerle halkın içinde, Mecliste, merasimlerdeki resimlerini basmışlardı. Gazeteler onun Türk ulusunun atası olduğunu belirterek Türkiye Cumhuriyeti’nin kurduğunu, Türk milletini istiklale kavuşturup birçok devrim yaptığını, uzun uzun anlatıyorlardı. Hatırladığıma göre birkaç gazete, Macarların imzalamak zorunda kaldıkları Trianon Antlaşması gibi, Türkiye’ye de Sevr Anlaşması’nın imza ettirilmek istendiğini, ama ATATÜRK ve arkadaşlarının böyle bir anlaşmayı imza etmeyip Kurtuluş Savaşı sonunda imzalanan Lozan Antlaşması ile Türkiye’nin egemenliğinin tescil edildiğini bildiriyorlardı. Ayrıca işgalci uluslar olan Yunan, İngiliz, Fransız ve İtalyan ordularının Mustafa Kemal tarafından Anadolu’dan çıkarılıp Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulduğundan bahsediyorlardı. Harf ve kıyafet devrimleri ile kalkınma hamlelerinden sonra kuvvetli bir ordunun kurulduğundan söz edilerek ATATÜRK’ün yerine kimin geçeceği tahminleri yapıyorlardı. Bu yazılar içinde ATATÜRK ve Türkiye aleyhine hiçbir yazıya rastlamadığımı söyleyebilirim.
Bu ölüm haberi üzerine Büyükelçiliğimize gittim. Bir anma töreni yapılacağını, bana tarihini bildireceklerini söylediler. ATATÜRK’ün ölümü fakültedeki yakın arkadaşlarım tarafından da üzüntüyle karşılanmıştı. Doğal olarak şimdi Türkiye’de ne gibi gelişmeler olacağı sorusu ile karşı karşıya kalıyordum. Bir Macar gazetesi olan Pesti Hirlap şöyle yazıyordu: “Bütün kâinat büyük yasa katılıyor.”
Büyükelçiliğimizde bir tören yapılmıştı. Büyükelçimiz Sayın Ruşen Eşref Ünaydın, ATATÜRK’le ilgili anılarını anlattı. Bayan Ünaydın’ın gözlerinin yaşlı olduğunu, herkesin büyük bir hüzün içinde bulunduğunu gördüm.
Büyükelçilikteki bu törenden sonraki günlerde, Macar parlamento binasının zemin katında ve Turan Derneğinde görkemli bir tören daha yapıldı. Bu törene, Büyükelçilik mensuplarından başka, Macar Dışişleri Bakanlığı ve parlamento temsilcileri de katılmışlardı. Herkes koyu renk, askerler (emekliler) de resmî elbiseler giymişlerdi. Bu tören münasebeti ile ATATÜRK döneminde Türkiye’ye gelmiş şair, dil uzmanı, aynı zaman da ressam Zajtay adında bir zat ATATÜRK adına bir şiir yazmıştı. Vegh ailesinin isteği üzerine ben bu şiiri Türkçeye çevirdim. Vegh Jeno’nın kız kardeşi Aranka, şiiri Türkçe okudu. Çok alkış aldı. Ben de böyle bir katkıda bulunduğum için çok sevindim. Fakültede sınıf arkadaşlarımdan Bajai Jeno, bana şunu söyledi: “Ne yazık ki bizde ATATÜRK gibi büyük bir insan çıkmadı. Sonuçta Trianon Antlaşması’nı imzaladık. Ne mutlu size!” Aynı arkadaşım bir mektubunda bana şöyle yazıyordu: “Eğer biz Osmanlı Türkleri ile birlikte hareket etseydik, şimdi Avrupa haritası değişik olurdu.”
Burada ATATÜRK’ün ölümü ile ilgili tanık olduğum büyük bir olayı daha aktarmak istiyorum: Bilindiği gibi hemen hemen tüm dünya ülkeleri, ATATÜRK’ün cenaze törenine katılmak için devlet adamlarını Ankara’ya göndermiş ve yabancı tören kıtaları bu törene katılmışlardı. Fakat Macar ulusunun özel yas tutması gibi asil hareketi hiçbir dünya milleti yapmamıştır. 21 Kasım 1938 tarihinde ATATÜRK’ün tabutunun Türkiye Büyük Millet Meclisi önündeki katafalktan alınarak büyük törenle geçici kabri olarak ayrılan Etnografya Müzesine getirilişi ve hazırlanan mermer lahdin üzerine konuluşu, gerçekten de dünyada sayılı bir olaydır. İşte 1938 yılında Ankara’da yapılan cenaze töreni gününde Budapeşte Valisi, Budapeşte halkına bir emirname yayımladı. Bu emirname Budapeşte sokaklarında belli başlı yerlere asıldı. Türk ve Macar bayrakları ve renkleri ile çerçeveli olan bu çağrıda, “ATATÜRK’ün resmi altında, Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, büyük kumandan, devlet adamı, Mustafa Kemal ATATÜRK’ün öldüğü belirtilerek onun anısına tüm Budapeşte sakinlerinin siyah bayrak asarak yas tutmaları istenmiştir.” Bu çağrıya hemen hemen bütün Budapeşte sakinleri uymuştur.
ATATÜRK, Cumhuriyet’in ilanından sonra Macar dil ve teknik uzmanlarını Türkiye’ye davet etmişti. Şüphesiz ATATÜRK, Macar ulusunun Orta Asya’dan göç etmiş Türk menşeli kavimlerinden oluştuğunu biliyordu. Ben ATATÜRK döneminde Türkiye’ye gelen hocalar ve uzmanlar hakkında gerek Budapeşte gerekse Ankara’da yaptığım gözlem ve incelemelere göre bazı mütevazı sonuçlar elde ettiğimi sanıyorum. Ama bunların ne kadar önemli olup olmadığını tarihçilerin takdirine bırakıyorum.
Uzun yıllar Macaristan’da yaşamış ve Türk-Macar dostluğunun gelişimi için büyük emek veren bir bilim adamı olarak, iki ülkenin tarihî ilişkileri ve bugünkü durumu hakkında bize kısa bir değerlendirme yapabilir misiniz?
Kuşkusuz Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilerek çıkan müttefik Türkiye ile Macaristan, bu yenilgilerin etkileri ile toprak bütünlüğü yönünden zor günler yaşamışlardır. Ayrıca Macaristan Krallığı’nın Orta Avrupa’da etrafının düşman ülkelerle sarılı olması kayıplarının fazla olmasına sebep olmuştur. Savaştan sonra yapılan Trianon Antlaşması sonucunda komşu ülkelere kalan toprakların ve orada kalan Macarların çokluğu Macaristan’da birçok iç soruna yol açmıştır. 1920 yılında imzaladığı Trianon Antlaşması ile 282.000 km2 toprak varlığı, 93.000 km2ye, 18 milyon nüfusu 8 milyona düştü. Bu durum Macar ulusunu derinden yaraladı. Bu arada iç sorunlar, partiler arası geçimsizlikler 1923 yılına kadar sürdü. 1925’lerde mali durumunun kısmen düzelmesi sonunda Macaristan gelişmeye başladı.
İşte bu dönemde kayıtlara göre 1923’te Macaristan Kraliyeti ile Türkiye Cumhuriyeti, dostluk antlaşması imza etmişlerdir (18 Aralık 1923). Bu demektir ki, Türkiye Cumhuriyeti’nin ilanından bir buçuk ay sonra Macar Kraliyeti, Türkiye Cumhuriyeti ile dostça el sıkışan ilk uluslar arasındadır. Bu antlaşmayı, 20 Aralık 1926’da ilk “Ticaret ve İkamet Sözleşmeleri” takip etmiştir.
Bu yıllarda savaşın kötü sonuçları ile halkın tedirgin ve işsiz oluşu, Macaristan’da sıkıntılar yaratıyordu. Başta ATATÜRK ve o dönemin devlet adamları, ilk önce kardeş Macar ulusu ile yapılan sözleşmelerle, sevgi ve güven ile karşılıklı iş birliğine geçmeyi istiyor, reformların yapılmasında Macarlarla güç birliğine girmeyi uygun görüyorlardı. Macar bilim adamları, uzmanları, ustaları, Türkiye’ye davet edildiler. Macar uzmanlar; dil, tarih, tarım, imar, madencilik, güzel sanatlar ve diğer alanlarda Türkiye’ye gelmişler, bu atılımlarda Türklere yardımcı olmuşlardır. Örneğin 1935 yılında Ankara’da Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde Hungaroloji Kürsüsünün kuruluşuna şahit oluyoruz. Bu kürsünün kuruluşunun Türk – Macar ilişkilerinde ayrı bir önemi ve rolü vardır. 1937 yılında ben Budapeşte’ye burslu öğrenci olarak giderken, Beyoğlu’nda Macar Kardeşler Sokağı’nda bulunan Türk Macar Derneğini ziyaret ederek oradaki sekreterden Macaristan hakkında bilgi almıştım. Bu derneğin de İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kapandığını duymuştum.
Öğrencilik yıllarımda ve sonradan edindiğim bilgilere göre, değerli Macar Türkologları bu ilişkilerde önemli görevler yapmışlardır. Örneğin, bunlar arasında ön sıralarda yer alan Gyula Néemeth, Budapeşte Üniversitesinde öğretim üyesi olarak Kafkasya, Türkiye ve diğer ülkelerde araştırmalar yapmıştır. 1940’larda “Yurt Kuran Macarların Oluşumu”, “Türk Grameri”, “Atilla ve Hunlar”, “Macar Dil Bilgisi” gibi eserleri ile tanınmaktadır. Bu ilim adamına Cumhuriyet’imizin ellinci yılında Türklük bilimine yaptığı hizmetler karşılığı, Bakanlar Kurulu kararı gereğince Türk Hükûmeti tarafından bir diploma verilmiştir. Türkiye’ye gelemeyecek kadar yaşlı olduğu için diplomayı Budapeşte Büyükelçimiz kendisine vermiştir. Prof. Dr. Hasan Eren tarafından “Türklük Bilimi Sözlüğü” adıyla hazırlanan eserden bu hususta daha fazla bilgi alınabilir.
Ünlü Türk arkeoloğu Hamit Zübeyir Koşay’ın da Macaristan’da Türkoloji eğitimi ve doktorasını yaptığını sonradan öğrendim. Bu alanda Türk-Macar ilişkilerine büyük katkıları olduğu için Macar Prof. Lászlo Rásonyi Hocayı anmadan geçemem. Rásonyi, 1934 yılında Türkiye’ye davet edilen bir Türkologdur. Bu uzman 1934 yılında yapılan bir kongrede “Türk Macar İlişkileri” hakkında verdiği bir konferansla ATATÜRK’ün dikkatini çekmişti. Özel kararname ile kurulan Hungaroloji Kürsüsünün ilk başkanı olan Rásonyi, 1935’ten 1942 yılına kadar Macar dili hocalığı yapmıştır. Aynı zamanda bir tarihsel kongre ile Orta Asya Türk-Macar tarihine ait Dolmabahçe Sarayı’nda bir serginin de düzenlenmesinde başarılı bir önderlik yapmıştır. Ben Rásonyi Hocayı Budapeşte Büyükelçiliğimizde tanıdım. Kendisi çok mütevazı, gerçek Türksever bir zattı. Hemen ilave etmeliyim ki, 1939 yılında Hungaroloji Bölümü ilk mezunlarını bu değerli hoca yardımı ile vermiştir. Bu mezunlar, kendi alanlarında profesörlük rütbesine erişen, şair, yazar olan kişilerdir. Bu değerli kişilerden birkaçını burada kaydetmeyi yararlı buluyorum. Prof. Dr. Şerif Baştav dostumla, 1942 yılında Budapeşte’ye burslu olarak geldiği zaman tanıştım. Doktorasını Budapeşte’de yaptı. Sonra Ankara’da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde hocalık yaptı. İbrahim Kafesoğlu, Tayip Gökbilgin gibi profesörler, ben Budapeşte’deyken burslu olarak geldiler. Kendilerine yardımcı oldum. Sami Özerdim’i liseden tanıyordum. Çok iyi yazardı. Ziya Tugali dostum ile Ankara’da Basın Yayın Umum Müdürlüğünde Dış Yayınlar Dairesinde birlikte çalıştık. O değerli bir şair idi. Hüseyin Namık Orkun’u da kendi alanında yararlı olmuş bir kişi olarak biliyorum. İşte değerli Rásonyi Hoca birçok kez Türkiye’ye gelip gitmiş ama ısrarla, azimle çalışarak hem öğrenci yetiştirmiş hem de eser vermiş değerli bir Türk dostudur. Lászlo Rásonyi Hoca, “Tuna Ovasında Türkler” adlı konferansı ve Varlık Dergisi’nde yayımlanan “Türk Macar ve Fin Ulusları Tarihî Bağları”, Türk Tarih Kurumunun isteği üzerine “Dünya Tarihinde Türkler” adlı eserleriyle dönem içindeki ilişkilerimize katkıda bulunduğunu da belirtmek isterim. Hungaroloji Ana Bilim Dalı ilgililerinden öğrendiğime göre, 1963 yılında Türkiye’ye gelen Rásonyi Hoca öğrencileri ile birlikte, Türkçe “Macar Şiiri” adlı antoloji, Türkolog György Hazai’nin yardımıyla da “Türk Şiiri” antolojisi hazırlamış ve 1961 yılında Budapeşte’de basılmıştı. Prof. Dr. Lászlo Rásonyi, Türk-Macar kültür ilişkilerinde tarihe geçmiş değerli bir uzmandır. Yukarıda belirttiğim çok değerli çalışmalarının yanında, 1962 yılında yayımlanan “Türk Dilbilgisi (Török Nyelvtán)”, “Geçmişte Tuna’da Türk Halkları (A Régi Török Népek Dunáná)” gibi değerli eserlerini de burada belirtebilirim.
Ünlü Macar müzisyeni Béla Bartok, 1936 yılında Prof. Rásonyi’nin yardımıyla Türkiye’ye gelerek Adnan Saygun ile Türk halk müziği çalışmaları yapmıştır. İki ulusun müzikte de müşterek tarafları olduğuna dair bazı bulgular elde edildiğini öğrendik. Ben Budapeşte’ye gittiğim 1937 yılında Béla Bartok da Macaristan’a dönmüştü.
Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra, 1926 yılından itibaren Macaristan’a burslu öğrenciler gönderilmeye başlanmıştı. Bu öğrencilerin çoğu benim gibi tarım alanında Macaristan Tarım Akademilerinde eğitim görmüşlerdir. Benden önce özellikle Debrecen Tarım Akademisinde (üç yıllık) eğitim görüp Türkiye’ye dönen, Şeker Şirketinin kuruluşunda görev alan umumi müdür gibi yüksek rütbeli, Macaristan eğitimli kişiler bana Budapeşte’deki eğitimimde cesaret vermişlerdir. Eskişehir, Uşak şeker fabrikalarının bitki yetiştirme, ekim nöbeti, hayvancılık alanlarındaki uygulamalarını Türkiye’ye döndükten sonra gördüğüm zaman, bu uygulamaların tamamen Macar tarım tekniği sistemlerine göre yürütüldüğünü gördüm. Atatürk Orman Çiftliğinin kuruluşunda da Macar uzmanlar çalışmış. Kabicsar László adında bir Macar’ın, çiçekçilik uzmanı olarak Ankara’ya yerleştiğini ve orada da öldüğünü biliyorum.
Son olarak da sizce ATATÜRK düşüncesinin yeni kuşaklar tarafından daha iyi bir şekilde benimsenmesi için izlenmesi gereken yöntemler nelerdir? Bu konuda gençlere tavsiyeleriniz nelerdir?
Ben bir ATATÜRK çocuğuyum. Bütün ömrüm milletime ve ülkeme hizmet aşkı içinde geçti. Çocukluğumu ve gençliğimi Millî Mücadele ruhunu tam anlamıyla hissederek geçirdim. Büyüyüp göreve başladığımda, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu için verilen Millî Mücadele ruhunu çevremdeki insanlara aksettirmek için çalıştım. Devrimlerin ve laikliğin yılmaz bir savunucusu, irticanın baş takipçisi oldum. Bütün bunları yaparken yurt dışına okumaya giderken bana verilen talimat üzerine hareket ettim. Ben Türk gençliğine yine aynı talimatı hatırlatmak isterim. “Sen ATATÜRK Cumhuriyeti’nin çocuğusun, unutma! Türk milleti seni yurda hizmet etmen için bekliyor. Bilgi ve becerilerinle yurduna daima yenilikleri getireceksin! Arkanda daima Türk milletinin olduğunu unutma! Vatanına yararlı olmak azmiyle çalış. En iyi derece ve bilgilerle yurduna hizmet et. ATATÜRK böyle istiyor! Millet böyle istiyor.” İşte, Türk gençliği de daima “Millî Mücadele ruhu” ile laiklik ve çağdaş değerlere bağlılık içinde Türk ulusuna hizmet için yılmadan çalışmalı, dünyada meydana gelen bütün siyasi, askerî, kültürel ve teknolojik gelişmeleri takip ederek Türk ulusunu çağdaş uygarlık seviyesinin üstüne taşımalıdır. Burada izlenmesi gereken metot ise daima “akılcılık ve çağdaşlık” olmalıdır.
Prof. Dr. Erkun ve eşi Şule Hanım